İSTEMEDEN TAĞUT’UN MAHKEMESİNE BAŞVURDUKLARINI İDDİA EDENLER!!



İSTEMEDEN TAĞUT’UN MAHKEMESİNE BAŞVURDUKLARINI İDDİA EDENLER!!
 

İddia: “Bu ayette tağutların hükmüne giden kimselerin yaptıkları eylem “yuriydune” (istiyorlar) ifadesi ile belirtilmektedir. Yani bu kimseler tağutların hükmünü irade etmişler, kalben tağutların hükmünden razı olmuşlar ve bu nedenle de iman iddiaları boşa çıkmıştır. Ancak kalbi bir rıza olmadan tağutlardan nefret ederek onların mahkemesine başvurmak kişinin imanını yok etmez. Kişiler zorda kaldıkları durumlarda kalben buğz ederek, yaptıkları fiili hoş görmeden tağutların hükmünü isterlerse kafir olmazlar.”


Cevap: Böyle bir iddia ancak İslam’ın aslını esasını bilmeyen cahillerden sadır olan bir iddiadır. Bilinmelidir ki irade, yani bir şeyi istemek, arzulamak kalbin amelidir. Kalbin amellerinin göstergesi ise uzuvlarının ortaya koydukları fiillerle belli olur. İslam’da esas olan kalbin durumuna göre değil, kişinin zahirine göre hükmetmektir. İkrah, yani ölüm tehlikesi ya da buna benzer zorlama gibi şer’i esaslarla müstesna kılınmış bir hal olmadığı sürece, kalbin durumunun kişilere dair hüküm verirken bir önemi yoktur. Bu, ilim ehli tarafından üzerinde ittifak edilmiş bir konudur. Diğer taraftan bu ayette iman iddialarının yalan olduğu zikredilen kimseler daha tağuta muhakeme bile olmamışlardır. Sadece muhakeme olmayı istemekle iman iddiaları boşa çıkmıştır. Dikkat edilir Allah’u Teala burada, “tağutun hükmüne başvurdular, böyle bir fiili hoş karşıladılar, tağutun hükmüne uydular, bunu din edindiler, güç ve kuvvet zoruyla insanları zorla buna çevirdiler” dememektedir. Aksine “tağut” önünde muhakemeleşmek istiyorlar” demiştir. O halde onlar Resulullah (s.a.v)’in getirdikleri dışında bir şeyin hakemliğine gitme noktasında daha işin başındalar. Yani daha tağutun önüne gitmemişlerdir bile. Bununla beraber Allah’u Teala onların imanını yok saymış, böyle bir şeyi istemelerinden dolayı onları kınamıştır.


Konu hakkında İbn Kayyım şöyle der: “Her kim Resulullah’ın getirdiğinden başkası ile hükmeden bir hakime gider yahut da başka hakimlerin hükümlerine başvurursa o kimse tağutun hükmüne başvurmuş, tağutun hükmünü kabul etmiş olur. Tağut ise ister ma’bud olsun ister kendisine tabi olunan olsun, ister itaat edilen olsun kulun gerçek sınırını aştığı her şeydir. Her bir kavmin tağutu, Allah’dan ve Resulünden başka hükmüne başvurdukları yahut da Allah’dan başka taptıkları ya da Allah’dan gelmiş bir basiret olmaksızın kendisine uydukları veya Allah’a itaat olduğunu bilmedikleri hususlarda kendisine itaat ettikleri kimselerdir. (İlamul Muvakkıin 1/50)


İddia : “bu ayette bahsedilen kişi, Allah Resulünün hükmü varken Kab b. Eşref’in hükmüne gitmeyi istemiş bunun için iman iddiası boşa çıkmıştır. Şüphesiz ki şer’i mahkemeler varken tağuti mahkemeleri seçenler kafir olurlar. Ama şer’i mahkemeler yokken mecburen tağuti mahkemelere başvurmak küfür değildir.”


Cevap: Bu iddia da yukarıdaki iddia gibi tamamen cehalet sonucu ortaya çıkmış, şeytanın kandırmasından başka bir şey değildir. Bununla beraber ayetin açık metnine de müdahaledir. Öncelikle bilinmelidir ki, asıl kaide şudur: 1İtibar hususi bir sebebe değil umumi hükme göredir.” Yani bir ayetin belirli, özel bir olay üzerine nazil olması, hükmün genel olmasına engel teşkil etmez. Evet, ayet Resulullah’ın hükmü mevcutken Kab b. Eşref’e muhakeme olmak isteyen bir kimse hakkında nazil olmuştur. Ancak ayette Allah’u Teala, bir kimsenin tağutun hükmünü istemesine rağmen iman iddiasının boşa çıkması için şer’i mahkemelerin olmasını ve bu mahkemelerin hükmünden yüz çevirmeyi şart olarak zikretmemiştir. Kim böyle bir şart getirirse açıkça vahyi esaslara müdahale etmiş, Allah’u Teala’nın hükmüne ek bir hüküm ortaya koymuş olmaktadır.


Aşağıda nakledilecek olan görüşler her hangi bir şart olsun veya olmasın tağuti mahkemelere başvuranların iman iddialarının kabul olmayacağını bildirmektedir:


Süleyman b. Semhan şöyle demiştir: “Bütün dünyan gitse bile, tağutun mahkemesine muhakeme olmak senin için asla caiz olmaz. Şayet sana; “ya elindeki her şeyi vereceksin veya tağuta muhakeme olacaksın” denilirse, sana farz olan şey; elindeki her şeyi vermen, fakat asla tağuta muhakeme olmamandır.” (Dürer üs Seniye: 375 “Hükm'ül Mürtedden”)


İbn Kayyım bu konuda şöyle demektedir: “İslam dininin önceki bütün dinleri nesh ettiği, Kur’an ve alimlerin icmasıyla sabittir. Buna göre her kim Kur’an’a bağlanmayıp Tevrat ve İncil’e bağlanırsa, kafir olur. Zira Allah’u Teala, sadece İslam şeriatına uyulmasını farz kılmıştır. Bu nedenle sadece İslam şeriatının haram kıldığı haram, farz kıldığı farzdır. (Ahkamu Ehlüz Zimme: 1/259)


İbn Kesir ise şöyle demektedir: “Allah’u Teala, bu ayette, Resulullah’a ve daha önce gelen resullere inzal olunanlara iman ettiğini iddia etmekle birlikte, ihtilafların çözümünde Allah’ın kitabıyla, Resulullah’ın sünnetinden başka şeyleri hakem kılmak isteyenleri kötülemekte ve onların bu davranışlarını hoş karşılamamaktadır.”


Yine İbn Kesir şöyle demektedir: “Her kim mensuh (hükmü kaldırılmış) şeriatlara muhakeme olur, nebilerin sonuncusu Muhammed (s.a.v)’e inen şeriata muhakeme olmazsa, muhakkak kafir olur. Durum böyleyken acaba İslam şeriatını terk ederek Yesak’a (Yesak tatarların cengizhan adlı krallarının koymuş olduğu İslam harici kanunlardır.) muhakeme olan, Yasak’ın kanunlarını İslam kanunlarından daha önde tutan kişinin durumu nasıl olur acaba? Bilinsin ki, böyle yapan kimse Müslümanların icmasıyla kafirdir. (El Bidaye ven Nihaye 13/119)


İbn Kesir’in Tefsirini şerh eden Ahmed Şakir, şöyle der: “… buna rağmen Müslümanların, kendi vatanlarında müşrik, putperest Avrupalıdan alınmış kanunlarla hüküm vermeleri caiz olur mu? İnsanların heva ve heveslerinden kaynaklanan, istedikleri zaman değiştirdikleri, Kur’an ve Sünnete uygun olup olmadığına bakmadan koydukları kanunlarla Müslümanlara hüküm vermeleri caiz olur mu? Elbette caiz değildir.


Müslümanlar, tatar egemenliği dönemi istisna edilirse, hiçbir tarihte böyle bir bela ile karşı karşıya kalmamışlardı. İslam tarihinde en karanlık devre sayılan tatar egemenliği döneminde bile Müslümanlar bu kafir anayasa’ya boyun eğmemişlerdir. Müslümanların dinlerinde ve şeriatlarındaki sebatları tatarları İslam potasında eritmiş, yaptıklarından hiçbir eser bırakmamış ve yine İslam galip gelmiştir. Müslümanlar hiçbir zaman hakim güç tatarların kötü ve zalim siyasal rejimlerini kabullenmedikleri gibi yeni yetişen nesillerin öğrenmesine de rıza göstermemişlerdi. Bu sebat ve inanç karşısında tatar egemenliğinin rejimi çabucak yok olup gitmiştir.


Sekizinci asırda İslam düşmanı olarak ortaya çıkan Cengiz han’ın koyduğu anayasa hakkında İbn Kesir’in isabetli tespitini gördünüz mü? Tatarlar zamanındaki duruma benzemiyor mu? Fakat bu iki dönem arasında bir tek fark vardır:


Tatarlar zamanındaki Kur’an ve sünnetten kaynaklanmayan kanunlar hakim olan belli bir tabaka için geçerliydi. Bundan dolayı bu dönem çabuk bitti. O hakim tabaka sonradan Müslümanların sağlam imanı karşısında yok olup gitti ve yaptıklarından bir eser bile kalmadı.


Oysa bugün Müslümanların hali çok daha kötüdür. Zulüm ve karanlık çok daha beterdir. Çünkü Ümmet’in büyük bölümü, bu İslam dışı kanunların potasında erime tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Günümüzdeki bu kanunlar, küfrü açıkça belli olan bir adamın (Cengiz Han’ın) ortaya koymuş olduğu yasak’ından farksızdır. Üstelik bu kanunları koyanlar Müslüman olduklarını iddia ediyorlar. Sonra bu kanunları Müslüman çocuklara öğretiyorlar. Sonra da hem babalar hem çocuklar bu kanunları öğrendikleri için gurur duyuyorlar. Böylece çağdaş!!! Yesaklara inananlar, bağlanak onların peşine düşmüşlerdir.


Aynı zamanda bu çağdaş!!! Yesaklara muhalefet edip onları red ederek dinlerine ve Allah’ın şeriatına davet edenleri hor ve hakir görüyor onlara gerici ve yobaz diyorlar. Bununla da yetinmeyip İslami hükümlere el atarak onları da Yesaklarına yani bu yeni dinlerine, hokkabazlık ve hile ile uydurmaya çalışıyorlar. Bunu da bazen yumuşakça ve kandırma yolunu bazen de ellerindeki kuvvetleri kullanarak yapıyorlar. Yaptıkları şeyi, din ile devlet işlerini ayırmak niyetiyle yaptıklarını da utanmadan açık bir şekilde ilan ediyorlar.


Durum böyleyken her hangi bir Müslüman’ın ortaya konmuş olan bu yeni din’i (yasaları) kabul etmesi caiz olur mu? Veya alim olsun, cahil olsun her hangi bir babanın çocuğunu bunları öğrenmeye, bunlara itikad etmeye, bunlarla amel etmeye göndermesi caiz olur mu?


Zannetmiyorum ki, dinini bilen, ona tam inanan, bu Kur’anın Allah tarafından Resulullah (s.a.v)’e indirildiğine, bu muhkem kitaba batılın hiçbir yönden yaklaşamayacağına, Allah’u Teala’ya ve Resulullah (s.a.v)’in getirdiklerine itaatin farz olduğuna iman eden bir insan, bu sorulara olumlu cevap versin ve tereddüt etmeden bunun kesin batıl olduğunu bilmesin. Hatta bu çağdaş Yesaklara göre hakimlik yapmanın caiz olmayıp küfür olduğunu görmesin.


Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklanmayan, insanların heva ve heveslerine göre konulan bu kanunlar hakkında İslam’ın verdiği hüküm güneş gibi açıktır. Bu apaçık küfürdür! Bunda üstü kapalı bir şey yok! Kim olursa olsun hiçbir Müslüman’ın bu kanunları kabul edip itaat etme konusunda geçerli bir mazereti yoktur. Herkes bu konuda dikkatli olsun! Herkes kendinden mesuldür.


Alimler hakkı söyleyerek bunun küfür olduğunu haykırsınlar. Bunu herkese tebliğ etsinler. Bu konuda gevşemesinler, kimseden korkmasınlar. Çağdaş yesak’ın kulları, onun destekleyicileri benim için yobaz, gerici vb… şeyler söyleyeceklerdir. Diledikleri şeyi söylesinler. Hiçbir zaman hakkımda söylenenleri önemsemedim. Ben, söylemem gerekenleri söyledim.” (Umdetul Tefsir 4/171-174)


Şevkani bu konu hakkında şunları söylemektedir: “burada Allah Resulüne indirilen kitaba yani, Kur’an-ı Kerim’e ve daha önce indirilen kitaplara iman ettiğini iddia eden o kimselerin haline karşı bir şaşırma ve hayret vardır. Onlar bu iddialarını temelden bozan ve iptal eden bir şeyle gelmektedirler ki, o da tağut’un hükmünü istemeleridir. Halbuki Resulullah (s.a.v)’e indirilende ve daha önce indirilende onu inkar etmekle emr’olunmuşlardı.” (Fethul Kadir 1/482)


Şankıtiy şöyle demektedir: “Allah’u Teala bu ayette, iman iddiasında bulunmalarına rağmen Allah şeriatından başkasına muhakeme olmak isteyenleri hayretle karşılamaktadır. Çünkü tağuta muhakeme olmak istedikleri halde iman iddiasında bulunmaları hayret verici, açık bir yalandır. Bilinmelidir ki, şeytanın dostları vasıtasıyla koydurduğu İslam şeriatına muhalif kanunlara tabi olanların kafir ve müşrik olduklarından ancak onlar gibi Allah’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan, kafir ve müşrik kimseler şüphe ederler.” (Edvaul Beyan: 4/7374)


Abdülaziz b. Baz Nisa Suresi’nin 60 Ayetini zikrettikten sonra şöyle demektedir: “Allah’ın şeriatı ile muhakeme olmak Allah’dan başka hakkıyla ibadete layık bir ilah yoktur ve Muhammed (s.a.v) O’nun kulu ve Resulüdür, şahadetinin gereklerindendir. Tağutlara, liderlere, kahinlere ve bunların benzerlerine muhakeme olmak ise Allah’a iman iddiasına ters, küfür, zulüm ve fısktır.”
(Vücubu Tahkimuş Şeri: 7)


Sonuç olarak Allah’ın indirdiği şeriata muhalif beşeri kanunlarla muhakeme olunma isteği ikrah hali haricinde Allah’a iman iddiası ile diğer bir ifadeyle tağutu red ilkesi ile çelişen bir tutum olup, kişiyi İslam dairesinden çıkarır. Allah’a iman edip tağutları reddeden bütün Müslümanların, tağutları reddetme ilkesi ile temelden çelişen böyle bir tutum ve davranışlardan uzak kalarak, imanlarını korumaları gerekmektedir.